Yaşadığımız deprem felaketi sonrası afet mağduru insanlar ve bölgenin yaraları sarılmaya çalışılıyor. Bir yandan da afetin yarattığı yıkım pek çok açıdan tartışılması gereken meseleler doğuruyor. Tartışmalar birbirinden ayrışıyor gibi görünse de aslında hepsi belli başlı zeminlerde birleşiyor. Bu yazıda ise ekolojik açıdan, doğayla uyumlu yaşamak konusunda bir perspektif sunmaya çalışacağım.
Şehirlerimizi ve yaşamlarımızı aklın ve bilimin ışığında, birbirinden ayrı düşünemeyeceğimiz doğa ve insan yararını gözeterek yeniden kurmak ve örgütlemek için doğanın sesine kulak vermeliyiz. Günü kurtaracak çözümlerin, ahlaki çürümenin, insanı doğadan ayrı ve üstün konumlandırmanın bizi getirdiği nokta açık. Doğa yapısı gereği vahşidir, biz insana düşen ise ona kulak vererek dirençli, uyumlu yaşamlar inşa etmektir. Doğa karşısındaki kırılganlığımızı unutmadan şehirlerimizi ve kültürümüzü buna göre kurmalıyız.
Bu noktada iki kavramdan söz etmek gerekiyor. “Kırılganlık” ve “Dirençlilik” kavramları. “Kırılganlık” genel itibarıyla; bir topluluğun, sistemin ya da maddi varlığın, onu bir tehlikenin olumsuz etkilerine karşı duyarlı/hassas kılan özellikleri ya da koşulları olarak tanımlanıyor. Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli(IPPC) ise iklim değişikliği bağlamında kırılganlığı, bir sistemin iklimdeki kararsızlık ve aşırı hava olayları da dâhil olmak üzere, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı duyarlılığı ve baş edememe derecesi olarak tanımlıyor.
70-80 yıl öncesinde yapılan planlardan miras kalan bugünün kentleri büyüyen belirsizlikleri ve riskleri göğüsleyemiyor. Kentler sürekli artan nüfusları ve varlıkları ile risklerin de en yüksek olduğu yerler.
Bugün, riskleri yönetmek için belirsizlikleri ve değişimi odağına alan yaklaşımlara ihtiyacımız var. “Dirençlilik” (resilience), 21. yüzyıl ile beraber açılan bu boşluğu dolduran bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Kentsel mekânsal dirençliliği artırmak için geleneksel ekolojik bilginin yeniden kullanılır hale getirilmesinin önemi, özellikle iklim değişikliğine uyum çalışmalarında çokça vurgulanıyor.
Bugün bilim insanlarının antroposen yani yok oluş çağı olarak adlandırdıkları çağımıza baktığımızda dünyanın pek çok çevresel krizle boğuşmakta olduğunu görüyoruz. İlkokulda küresel ısınma olarak hayatımıza giren sonrasında iklim değişikliği olarak adlandırılan ve geldiğimiz noktada iklim krizine dönüşen meseleyi günlük yaşamlarımızdan ve çözümlerimizden bağımsız göremeyiz.
Normal ve normalleştirme meselesi şu sıralar çokça tartışılırken şunu söylemek istiyorum; yeni normalimizin ‘afetler çağı’ olduğunu kabul etmek zorundayız. Yaşanan felaketlerde muazzam bir dayanışma göstermemizin çok değerli olduğuna inanmakla birlikte üzerinden biraz zaman geçtikten sonra kendi normallerimize dönmenin akıllıca olmadığını düşünüyorum. Ne yazıkki burada insan hafızasının sınırlılığı kendimize doğrulttuğumuz en acı silah haline geliyor. Sadece son birkaç yıla baktığımızda pandemi, orman yangınları, seller, kuraklık,deprem olarak bir çırpıda sıralayabileceğimiz kadar çok krizle karşı karşıya kaldık. Bunların hiçbir dönüşüme yaramadığını söylemek haksızlık olur elbette ancak çok daha hızlı dönüşmek zorunda olduğumuzu farketmemiz gerekiyor.
Bilim insanları ve İklim aktivistleri yalnızca felaketlerin başa geldiği zamanlarda değil her zaman bunların geleceğinin bilinci ile yaşıyor ve çağrıda bulunuyor. Peki buna kulak vermek için illa büyük felaketler yaşamalı ve kayıplar mı vermeliyiz. Meseleyi depremin ötesinde doğal afet olarak değerlendirmek ve sadece depreme değil iklim krizi, kuraklık gibi tüm afetlere dirençli şehirler inşa etmeliyiz.
Comments